25 Aralık 2010 Cumartesi

Özgürlüğün ölümünü anlatmak

Almanyadaki Landsberg hapishanesi duvarlarına yağmuru ve karı birlikte yağdırıyordu. Aslında hava güneşliydi. Hiç olmadığı kadar güneşli. Ama parmaklıklar güneşi hissedebilir miydi? Duvarlar, geçirebilir miydi? Güneş, saydam bir yüzey isterdi. Duvarlar? Onlar belki değildi, ya insanlar ?

Bir adam, çaresiz adam ama umutlu adam, ümitli adam. Şimdi hapishanedeydi. Suçu, adam öldürmekti. Svunmasında şöyle açıklamıştı hainliğini;
' Dünayda bir yerlerde, bu terazi dengede durmassa, birileri hep üşüyecek.Ben, ilahi dengeyi bu kadar çok istiyorken ve parmaklıkların dışındayken bile işlemediğim suçlar yüzünden vicdani bir bedel ödüyorken, nasıl bir canlının ruhunu bulutlara salmaya cüret ederim? Görmüyor musunuz, pipetle emilen beyinleri, paraya doymak için ? Ben, her şeyimle adalet için varolmuşum.'

Karl Wolfskin , ona bakan soğuk yüzlere bir anlam veremiyordu. Herkes ona kötü kokan bir lahana yemeği gibi bakıyordu. Onlara göre, suçlu gözüken hep suçludur. Kurallara karşı gelenin cezası verilmelidir. İnsanlığın kurduğu bu kurguya uymayan, cezasını bu dünyada da çeker.

' Siz beni bu parmaklıkların içine atmakla, bir katilin cezasını vermediniz. Aksine siz, katil oldunuz. Özgürlüğün ölümünü görmek, başkaları için ölen insanların ölümünü görmekten çok daha acı olacak, tabii, bir gün özgürlük sizden intikamını alacak ve ölen ama yaşayan ruhlar, sizi rahat yatağınızda, kendinizden bir parça olan (!) vicdanınızla öldürürken, ben baş ucunuzda sigara yakacağım, fakat bu keyif sigarası olmayacak. Sadece birileri ölürken başında sigara içmek nasıl bir şeymiş merak ettiğimden...'

Sözler, sözler, sözler... Bunlar, bir insanın içine işleyen şeylerden çıkardı. Peki ya, başkasının içine işler miydi? Tabii ki hayır. Hapiste geçirdiği yıllar, onun için vicdani bir hesaplaşma değil tam tersi hayvansal bir vahşilik getiriyordu...
Bir sabah, küçük ve önünde demir yığınları olan bir pencereden sızan ışık demeti, Karl'ın gözlerine nüfuz etti. Gözlerini açtı. İçeride, elinde küçük bir atlı karınca figürü tutan adam vardı. Adı, Avi Joska'ydı.

O günden sonra, bu küçük hücre, onlar için bir dostluk sığınağı haline gelmişti. Dostlukları, duvarların içinde veya dışında değil, duvarların arasına sıkışmış birer beyaz , 'bir' gün ölecek ama uçarak ölecek kelebekleri andırıyordu.
Duvarlar, fikirleri hapsedebilir miydi? Düşleri? Yani gerçek hayalleri?
"Düş gücü, bilgiden daha önemlidir, demiş Einstein. Haydi, düşleyelim, yakamozları toplayan balıkları düşleyelim, denizde özgürce uçuşan...''
'' Güneşi yani umudu düşlüyorum... Umut, hep güneştedir derler. Biz güneşe yaklaşınca fırınlanıp ölürüz. Umutta böyle midir?''
''Umut, adalet gerektirir. Adalet ise gücünün oranında dağılır. Freud güç ile ilgili ilgili ne demiş haberin var mı? 'Güç ve güveni hep dışımda aradım. Ama bunlar insanın içinden gelir. Ve her zaman oradadırlar.' demiş.''
'' O halde, içimize dönmeliyiz, ruhumuza, benliğimize, insan olduğumuzu unutmamalıyız Avi. ''
''Evet...Başkalarının da insan olduğunu unutmamalısın'
''Nasıl olur? Göz göre göre haksızlık yapan ve bu duruma şahit olduğu halde piposunu içmeye devam edenler, insan olabilir mi?''
'' Bir insanın özgür olarak gelişebilmesi, herkesin özgür olarak gelişebilmesine bağlıdır. demiş Karl Marx, sevgili adaşın. Her bebek Masum doğar dostum, hayat şartları, öğrenilmiş çaresizliği getirir ve bu, insanları susturur. İnsanlar en çok neyden korktuklarını sanırlar biliyor musun? Kendilerine haksızlık yapılması düşüncesinden büyük rahatsızlık duyarlar ve bunun öcünü almak için haksızlık yaparlar. Kendilerine yapılmaması için de susarlar.Böylelikle yaşadıklarını sanırlar işte. Fakat onlar, canlı bedenlerde ölü ruhlardır.'
' O zaman bu, ilahi bir adalet getirmez mi? O zaman haksızlığa uğradım diye üzülmenin bir manası olmamalı. Fakat, kendileri gibi, bizi bu hücrede, öldürmeye ne hakları var?'
'Biz, parmaklıkların içinde tutsağız, ama onlar parmaklıkların dışında tutsaklar ve bu, çok daha kötü bir şeydir. Sanırım, adalet şimdi onların alehine işliyor.'
'Haklısın. Onlara şimdi sadece acıyorum.'

2 yıl geçmişti, Avi, suçsuzluğu her neyse, cezasını çekmişti.Bir akşam, ardında sadece küçük bir not bırakarak, gitmişti. Öbür sabah Karl uyandığında önündeki nota bakmıştı. Şöyle yazıyordu: ' Gidiyorum dostum. Çektiğim cezanın suçunu işlemeye gidiyorum, özgürlüğe gidiyorum; denizlere gidiyorum.Balıklarla yakamoz toplamaya gidiyorum dostum. Sevgili dostum.' ...
Karl'ın gözünden süzülen bir damla yaş, gülümsüyordu. Gerçek dostu, yoldaşı tamamen özgürdü artık. O da halinden yakınmıyordu. Avi, belki gitmiş olabilirdi fakat bıraktığı duygular ve fikirler Karl'ın içinde bir yerlerde, atlı karıncaya biniyordu.
Kader, gerçek dostları yeniden birleştirirdi.
Yeniden bir ışık demetinin gözüne çarptığı sabah, uyandığında gardiyanın sesi kulaklarına ilişmişti. 'Karl Wolfskin, gidebilirsiniz'
Bu cümle, kulaklarına derin çığlıklar halinde işledi. Hiç bir şey demedi. Eline alacağı yalnızca yazmakta olduğu kitabı vardı. Usulca, mutluluk getiren pencereye el salladı ve hücresine son kez baktı...
Dıları çıktığında, önünde ağaçlarla dolu bir sokak belirdi. Yürüdü yürüdü ve yürüdü... Hayatını, yazmakta olduğu kitabı için toparlamak istiyordu. Ancak yeni bir yerde, yeni insanlarla bunu yapmak istiyordu. Ağaçlarla dolu diğer sokaklarda yürürken, yıllardır istediği şeyi satın aldı. İstanbul'a bir uçak biletini.
Böylece, geçmişine rest çekti, tabii düşlerine ve fikirlerine değil...
Yeniden yıllar ve yıllar geçti. Denizin şehri İstanbul'da yaşayan Karl, hala kitabını yazmaktaydı. İçinden, son sayfalara yaklaştığını hissediyordu.Hayatını ve hapis günlerini anlatan, en çok da sevgili dostunu hatırlatan yazılarla dolu bir kitap olacaktı bu. Denizlerin, kağıdında yakamoz oluşturması için, denize karşı olan bir kıraathaneye gitti, sandalyesine oturdu. Bir fincan çay istedi. Tam satırına başlayacakken, gözüne bir yüz çarptı, tatlı bir tokat gibi. Aklının derinliklerinde kalmış bir yüz.Avi Joska'dan bir başkası değildi karşısındaki. Tükenmez kalemi elinden soğuk taşa düştü. Tekrar gülümseyen göz yaşları, yüzünü kavradı. Sevgili dostuna doğru koştu. Avi Joska. Bir hapishane arkadaşı. Avi, onu görünce, gözleri parladı. Ağlamaklı kahkalar patladı. o gün, 6 temmuz 1953...
'Kötü ve pis yolları güzellikle damıtan sevgili dostum.Hoş geldin'
'Karl, dostum seni çok özledim'...
O kıraathanede, bir çay daha istenmişti.Denize konan martıların yudumladığı çaylar, eski hatıraların sıcaklığındaydı...
Avi Joska bir gazeteci olarak hayatını sürdürüyordu. 'Sessiz Martı' lakabıyla her gün Saskom adlı bir gazeteye yazıyordu.
Aradan bir kaç gün geçti. Bir sabah, Karl yatağında gülümseyerek uyurken, gök gürültüleriyle uyandı. Karşısındaki kocaman bir kağıt ve iki satır cümle ile karşılaştı.
'' Gidiyorum dostum. Özgürlüğe gidiyorum; denizlere gidiyorum.Balıklarla yakamoz toplamaya gidiyorum dostum. Sevgili dostum. Biz, hayatımızda başkalarında çok daha fazla özgürlük yaşadık, çünkü birbirimizin dostluğunu, o gerçek haktan doğan bağı yakaladık. Bir gün, tekrar yüz yüze karşılaşmış olacağız, ama zaten ruhlarımızda her gün bulışacağız '' ...

Gözlerinden ağlayan göz yaşları akmıştı önündeki kağıt parçasına...
Ertesi gün, gazetelerde, 'Sessiz Martı'nın Ölümü' adlı ağıt yazılarını okudu. Sessiz Martı, feribotla karşı yakaya geçerken, denize atlayıp boğularak ölmüştu.
Karl bu haberi okuduktan sonra kitabını yazdığı deftere baktı. Son bir sayfası kalmıştı. Son satırlarını yazmaya başladı;

Hayatının yükünü taşımış; kendi yaşamının hamalı olmuş ve tanımadığı yaralar akmış yüzünden. Baktığı yeri biçimsiz ızdıraplar kaplıyor sanki; fark etmeden biriktirdiği yaşamının kuyusunda... O kuyudaki tükenmek üzere olan suyun gökyüzündeki ışığa kanat çırpmasını bekler bir halde duruyor.
Derin gözlerindeki okyanus, sakinliği temsil ediyor veya alışılmış acıların varlığını büyütüyor, farkettirmeden.

Sigarası olmuş yaşamının aynası; sigaradan çektiği son nefes, son nefesi olacak sanki. Zamanını yolunu yapmaya harcamış, şimdi de yolunu almış gidiyor uzaklara.
Her şeye rağmen gülümsemesi yok saymış hüznü ve kırışıkları çok saymış zamanı.
'İşte hayatım 'diyor, zaman sayıcılarını işaret ederek. 'Hayattan bana kalanlar'...
-Milli Piyango bileti aldım.
-Okadar umutlu olma.
-O kadar ümitsizim yani
-Evet :D

22 Aralık 2010 Çarşamba

Kim olduğumu bilmiyorum
ne yaptığımı bilmiyorum
kim olacağımı bilmiyorum
ne yapacağımı bilmiyorum.
Bir hiçlikten geliyor yaşamım sanki.
Çevremdeki soğuk yüzler, Beni görmeyen soğuk bakışlar
İçimi nasıl keskin bir buz gibi deliyor bilemezsin.
Sessizken, nasıl haykırıyorum, duyamazsın.
Gülüyorken, nasıl ağladığımı göremezsin.
Böyle olmayı kimse istemez,
ben de istemedim.
Öteki olmayı...
ama hayat bu, ne diyebilirsin...

21 Aralık 2010 Salı

Bir ilmekle doğduk, ilk sıramız bazen yamuk yumuktu. Ama daha öğreniyorduk. Sıraları birleştirdik. İlmek ilmek örüyorduk, kendimizi. Yaşamda araya bazen renkli yünleri karıştırdık bazen sökmek istedik ama yapamadık. İlmekler boy boy geçince, şekilleniyordu yaşamımız. Kimi zaman bir atkıya kimi zaman bir bereye benzetiyorduk ama sonunda neye benzeyeceğini biz de bilmiyorduk. Bunun için amaçlar ve hedefler koyduk kendimize, kimisi bir kazak kimisi bir atkı yolundaydı. Emekle işlenen bu yol bittiğinde ise, kiminin ah ne güzel örmüş diye bakacağı ve iç çekeceği, kiminin çok rüküş diye başından atacağı bir şeye benziyorduk. Tek bildiğimiz, onun bir miras olarak kaldığıydı. Kimisi kendine örnek alacak ve kendi atkısını işlerken boynuna sım sıkı dolayacak, kendini koruyacaktı, kimisi ise eskidiği için çöp kutusuna atacaktı…
Hayat yün topaklarından işlemeli bir atkıya dönüşür. Dikkat et yanlış örme, yoksa hayatın örtüşür.Aslında her ilmek ilmek örmek, ilmek ilmek öldüğün anlamına gelir :) Atkının da bir sonu var :)
Elimdeki göz yaşları kana döndü ve can verdim üzüntüye...kanımla .artık canlı canlı ölüyorum ..
Çok yetenekli olmayı beklemiyorduk sadece özel bir kılınışımız olsun.. bir hışımla gelip aceleyle gittiğimiz dünyada küçücükte olsun bir yerimiz olsun. ama elimizden aldılar ve gittiler kocaman hayaller … umut romanlarda hep gökyüzündedir bir ışık demeti halinde ama bizim bomboş satırlarımızdaydı.anlaşılmadığımızı ve anlatamadığımızı biliyorduk benliğimizi… ve kağıda dökülen her harf , her söz bizi yansıtıyordu bu kadar kalabalıktık yalnızlığın içinde bile… binlerce harfimiz her geçen gün şans diler bize, bir sonraki gün bir önceki gün gibi olmasın diye…

19 Aralık 2010 Pazar

Bir parkta oturuyordum. Kuğular, sessizce yüzüyorlardı.
Kuğu önündeki küçük kızın ekmeğine bakıyordu.Sonra, aniden baan dönmüştü, uzaklardan.Çok mu belli oluyordu, mutsuzluğum? Aslında ben avunuyordum. gözleri yanda olduğu için en yakınındaki kıza bakıyordu. Elinde ekmek parçası olan kıza. Kafası bana dönüktü. ama gözleri yandaydı.Kandırıldığımı hissettim. Etrafı, zarafetiyle büyüleyen ördekler sıra sra çevreledi.Su, dalgalandı. Son anda gözümün bulanıklığını farkettim. Onca şey, sadece önüme attığım ekmekleri yiyen güvercinlermiş.
İşte tam o an, 'dalga' geçtiğini anladım. Çünkü, sudaki 'dalga'lar bir şeyin hareketi demekti.Hareketsizliği savunan bir hareket, ancak 'dalga' geçebilirdi.

16 Aralık 2010 Perşembe

Son kez görüyorum seni. Bu, son kez bakışım konuşamayan gözlerine. Konuşma... Suskunluğun büyük bir haykırış. Biliyorum. Siyah gözbebeklerinin içindeki seni, biliyorum. Son kez görüyorum seni. Küçük yüreğine son kez dokunuyorum. Ayrılmak istemiyorum biliyorum. Ama artık çıkmalıyım bu odadan. Gitmeliyim. Hep yağmur yağan bir yere gitmeliyim. Senin yerini doldurmamalı. Çünkü yorgun olur ister istemez.Sana ulaşamaz hiç bir yer. Biliyorum. Bu seni son kez görüşüm. Bebeğim... Bir gün, olmasını umut ettiğim dünyada yeniden karşılaşacağız. Ve kopuşlar giremeyecek aramıza bu sefer. Biliyorum. Sen, sen olduğunun farkında değilken, ben ben olmamışken, ben seni sen beni seviyorduk birbirimizi. Bu seni son kez görüşüm. Bu odadan çıkıyorum. Biliyorumki... Yüzün ve sesin zorla silinecek benliğimden. Ama bende ki sevgin asla yok olmayacak ve seni hep iyi hatırlayacağım. Hoşçakal küçük yüreğim. Hoşçakal...

12 Aralık 2010 Pazar

Kar yağmadan nasıl bilebiliriz ki izlerimizi
bıraktıklarımızı
kar yine yağdığında temize çeker mi yolumuzu
Hatalarımızı silemez ki ama üzüntülerine kar yağdır..
Belki güneş çıktıktan sonra üzüntülerin yine ortaya çıkar..
ama o an güneş, soğuk üzüntülerini de ısıtacak :)
Altın bir kar tanesi olacağız.
Yok olmuş hayallerimiz için kar taneleri gelirler
yerini tamamlamak için
hayallerin,
sonra eriyip giderler
tamamlanmamış yeni hayaller....
Kar yağar.
sonra bir rüzgar savurur herşeyi.
Yine kar yağar.
bu kez güneş eritir hepsini.
'Birinciliği beyaza verdiler'...

6 Aralık 2010 Pazartesi

Mutluluk için yaşamak. Mutluluk için yaşlanmak her geçen gün. Yaşlandıkça mutsuzlaşmak.
Küçük, yeşil yaprakları ve kahverengi gövdesi olan bir çam ağacı çizmiştim daha küçükken. Yeni yıl yaklaşıyordu. Yalnız kalmasın istemiştim yaprakları. Bunun için küçük kırmızı toplar yerleştirmiştim her tarafına Kime sorarsam sorayım ağacın çam olduğunu bile anlamadılar. Bir elma ağacı sandılar. o yılbaşı süslerini elmaya benzetenler oldu. Kırmızılar domates de olabilirdi. Kocaman bembeyaz kağıdın ortasındaki küçük bir çam ağacını anlayan olmadı. Geri kalan beyazlığın kar olduğunu nasıl anlasınlar? kim bilir neye benzeteceklerdi yaprakları turuncu gövdesi sarı olsaydı... Yeni yıl yaklaşıyor. Her gün, sizin yeni yılınız olacak çünkü her gün 365 gün 6 saatin bittiği gündür. 4 temmuz bir sonraki 4 temmuzla başlayan zamandır. Her 10 aralık bir önceki 10 aralık'ın sonudur. Hep bir geçmişin bittiğini, geleceğin başladığını ve her başlangıçta geleceğin bitmişinin saklı olduğunu görürüm resimlerimde.
Şimdi sizin için bir dilek diliyorum. Çam ağacınız, hayat ağacınız olsun. Tek süsünüz, ne derlerse desinler onu kaybetmeme şartıyla, kocaman kalbiniz olsun.

İyi yıllar.

Yağmur Güvenç

Yalancı bir söz, yalancı cesaret demektir.

‘Dilimizin tam ucunda birikenler ve dudaklarımızın dışına çıkamayanlar… oradan doğduk. Aklımızdaki döngülerin esiriyiz.keşkelerin kurbanıyız …beynimizin içindeki anılarla döşeliyiz. ‘


Bay Kırmızı o gün kırmızı gömleğini giymişti. Karlı sokaklardan geçerken siniri nefreti yüzündendi ve nefreti de, hiçbir zaman olamayacağı yüzündendi.
Bay sarı, o gün kırmızı gömleğini giymişti.planlanmış gözden kaçışların sözünü tutacaktı. İyiliği kaybolacak mıydı? İyilik ne demekti? kasvetli ve hüzünlü bu dünyadaydı...iyilik,karanlık gölgeler üstünde gümüş pırıltısı beyazı kadar ferah bir şeydi.
Sonsuz evrenin sonluları arasında bir yudumluk bir zevkti belki de… İçildiğinde, özlemi kavuran ve geri dönüşü olmayan bir özgürlük çeşidiydi.

Yalancı bir söz, yalancı cesaret demektir.

İkna edilmiştik. Geceler, bir sonraki günü kolaylaştırmak için akıyordu. kesik kesik soluyan ruhlar, ortalığa saçılmış, Ruhlarda soluyan sigaralar, iklimi değiştirmişti.… Aldatılmanın verdiği his, sislerle karışmıştı.
Gözyaşı şeffaftı. Ruhun fotoğrafıydı. Sarı’nın yeşil gözlerinden dökülen yaşlar elinde tuttuğuna damladı.Gözler birbiri ardına yapılan senkronize olmuş hataların temsilcisiydi ve aralarında sürreal bir kovalamaca yaşıyorlardı.
‘buradan gitmelisin’ diye bir mırıldanma duyuldu.
Sokak, ruha sessiz geliyordu.Pencere vardı aralarında, avaz avaz bağıran bahar, çiçekleriyle doluşmuş dallarını pencereye tıklatıyordu. Sokağın sessizliği derin bir çığlıktı. Gerçek hayat aslında dışarıdaydı. Ayak seslerinde, garip müzikler eşliğinde. Fakat fırtınada esen rüzgarın içinde kurumuş yapraklar , hala israr ediyorlardı çaresizliklerine. Birden, o çığlıklar sustu. Sessizliğin çığlığı dindi. Çünkü tüm bunların arasını delice delen başka bir melodi fısıldadı kuşlara, yeşil gözler. Özgürlük, vicdanın parmaklıklarında hapsolacak kadar tehlikeli fakat insani olmayan duyguları insanlaştıracak kadar da rahatlatıcı bir intihardı aslında.
Bir silah sesi, umut şarkılarıyla geldi. Umut şarkıları güneşi sımsıkı tuttu, kapladı ve kuşlar kanatlarıyla bütünledi. O günden sonra bir daha güneşi gören olmadı. . .

Meşguliyetimiz, adaletimiz, umutlarımız, pişmanlıklarımız. Tüm bunlar, her gün yeni bir dilde doğar. Tüm bunlar, yeni bir alfabede hatırlatır kendilerini. Mecburiyetlerimiz bizi daha güzel yerlere götürecek sanki. Biz, tüm bunlarla uğraşırken ve mecburiyetlerimizi hatırlrken, hayatın tutsaklığına kendimizi o kadar bağlıyoruzki, Bir yol oluşturmak için, geleceğin kaygısında o kadar boğuluyoruz ki, zamanın son tik taklarında farkına varıyoruz gerçeği…Tüm bunlarla uğraşırken Aslında hiç yol almamışız.

4 Aralık 2010 Cumartesi

Bulutların üstünü merak edenler aslında birer yıldız olduklarının farkında değillerdi. Yıldızlarını bulmak için uğraşıyorlardı ama her seferinde topraktaki minarellerle oyun oynarken buluyorlardı kendilerini.

2 Aralık 2010 Perşembe

Bir yol olsaydı eğer,
inan o yoldan ilerlerdim.
Bak o kadar sevmişim ki seni,
o yol olmasa bile sana geliyorum.
Her şeye rağmen.
Pamuk Prenses elmasını yemiş.
Külkedisi cam ayakkabılarını bırakmış.
Rapunzel'in uzun saçları var arkasında.
Benim ise güzel acılarım var artık,
ama mutlu sona götürür mü bilemem.
Prens'e kavuşturur mu göremem.
Ben, vazgeçmedim.
Ben kaybettim.
Bir yol olsaydı eğer,
inan o yoldan ilerlerdim.
Bak o kadar kaybetmişim ki seni,
Tüm yollar seni düşününce kapalı.
Sana açılan yollar bile
yoklar.
Bak o kadar sevmişim ki seni
o yol olmasa bile sana geliyorum.
Her şeye rağmen.
Seni seviyorum.

1 Aralık 2010 Çarşamba

Her sey kendiligi gibi her sey sıkıci ve zor.sen disardasin ben icerde.ben goruyorum sen hissediyorsun.hava,kisiye ozel;soguk ve kasvetli.hayatlarimiz yagmur gibi.bazenn bulutlara saklanmis denizin gozz yaslari ,bazen topragin ruhlari.hepimiz baslayan ve biten satirlarin olusturdugu kurgudan ibaret degil miyiz?hayatimizi satirlarin anlattiklarinin basrolundeki kahramanlara ozenmekle geciririz.kimse bilmez mi ki hepimiz kendi hayat kitabimizin bas karakterleriyiz...anlamayarak bakan gozlerin, bilincsizce yazilan sozlerin haksizca olusturulan sezgilerin icindeki bizler.hepimiz yakinda son satira gelmeyecek miyiz? Silinen ama hissedilen duygularin cumlelerinde bitecek olan sizler.
gec demek icin biraz erken degil misiniz?