25 Aralık 2010 Cumartesi

Özgürlüğün ölümünü anlatmak

Almanyadaki Landsberg hapishanesi duvarlarına yağmuru ve karı birlikte yağdırıyordu. Aslında hava güneşliydi. Hiç olmadığı kadar güneşli. Ama parmaklıklar güneşi hissedebilir miydi? Duvarlar, geçirebilir miydi? Güneş, saydam bir yüzey isterdi. Duvarlar? Onlar belki değildi, ya insanlar ?

Bir adam, çaresiz adam ama umutlu adam, ümitli adam. Şimdi hapishanedeydi. Suçu, adam öldürmekti. Svunmasında şöyle açıklamıştı hainliğini;
' Dünayda bir yerlerde, bu terazi dengede durmassa, birileri hep üşüyecek.Ben, ilahi dengeyi bu kadar çok istiyorken ve parmaklıkların dışındayken bile işlemediğim suçlar yüzünden vicdani bir bedel ödüyorken, nasıl bir canlının ruhunu bulutlara salmaya cüret ederim? Görmüyor musunuz, pipetle emilen beyinleri, paraya doymak için ? Ben, her şeyimle adalet için varolmuşum.'

Karl Wolfskin , ona bakan soğuk yüzlere bir anlam veremiyordu. Herkes ona kötü kokan bir lahana yemeği gibi bakıyordu. Onlara göre, suçlu gözüken hep suçludur. Kurallara karşı gelenin cezası verilmelidir. İnsanlığın kurduğu bu kurguya uymayan, cezasını bu dünyada da çeker.

' Siz beni bu parmaklıkların içine atmakla, bir katilin cezasını vermediniz. Aksine siz, katil oldunuz. Özgürlüğün ölümünü görmek, başkaları için ölen insanların ölümünü görmekten çok daha acı olacak, tabii, bir gün özgürlük sizden intikamını alacak ve ölen ama yaşayan ruhlar, sizi rahat yatağınızda, kendinizden bir parça olan (!) vicdanınızla öldürürken, ben baş ucunuzda sigara yakacağım, fakat bu keyif sigarası olmayacak. Sadece birileri ölürken başında sigara içmek nasıl bir şeymiş merak ettiğimden...'

Sözler, sözler, sözler... Bunlar, bir insanın içine işleyen şeylerden çıkardı. Peki ya, başkasının içine işler miydi? Tabii ki hayır. Hapiste geçirdiği yıllar, onun için vicdani bir hesaplaşma değil tam tersi hayvansal bir vahşilik getiriyordu...
Bir sabah, küçük ve önünde demir yığınları olan bir pencereden sızan ışık demeti, Karl'ın gözlerine nüfuz etti. Gözlerini açtı. İçeride, elinde küçük bir atlı karınca figürü tutan adam vardı. Adı, Avi Joska'ydı.

O günden sonra, bu küçük hücre, onlar için bir dostluk sığınağı haline gelmişti. Dostlukları, duvarların içinde veya dışında değil, duvarların arasına sıkışmış birer beyaz , 'bir' gün ölecek ama uçarak ölecek kelebekleri andırıyordu.
Duvarlar, fikirleri hapsedebilir miydi? Düşleri? Yani gerçek hayalleri?
"Düş gücü, bilgiden daha önemlidir, demiş Einstein. Haydi, düşleyelim, yakamozları toplayan balıkları düşleyelim, denizde özgürce uçuşan...''
'' Güneşi yani umudu düşlüyorum... Umut, hep güneştedir derler. Biz güneşe yaklaşınca fırınlanıp ölürüz. Umutta böyle midir?''
''Umut, adalet gerektirir. Adalet ise gücünün oranında dağılır. Freud güç ile ilgili ilgili ne demiş haberin var mı? 'Güç ve güveni hep dışımda aradım. Ama bunlar insanın içinden gelir. Ve her zaman oradadırlar.' demiş.''
'' O halde, içimize dönmeliyiz, ruhumuza, benliğimize, insan olduğumuzu unutmamalıyız Avi. ''
''Evet...Başkalarının da insan olduğunu unutmamalısın'
''Nasıl olur? Göz göre göre haksızlık yapan ve bu duruma şahit olduğu halde piposunu içmeye devam edenler, insan olabilir mi?''
'' Bir insanın özgür olarak gelişebilmesi, herkesin özgür olarak gelişebilmesine bağlıdır. demiş Karl Marx, sevgili adaşın. Her bebek Masum doğar dostum, hayat şartları, öğrenilmiş çaresizliği getirir ve bu, insanları susturur. İnsanlar en çok neyden korktuklarını sanırlar biliyor musun? Kendilerine haksızlık yapılması düşüncesinden büyük rahatsızlık duyarlar ve bunun öcünü almak için haksızlık yaparlar. Kendilerine yapılmaması için de susarlar.Böylelikle yaşadıklarını sanırlar işte. Fakat onlar, canlı bedenlerde ölü ruhlardır.'
' O zaman bu, ilahi bir adalet getirmez mi? O zaman haksızlığa uğradım diye üzülmenin bir manası olmamalı. Fakat, kendileri gibi, bizi bu hücrede, öldürmeye ne hakları var?'
'Biz, parmaklıkların içinde tutsağız, ama onlar parmaklıkların dışında tutsaklar ve bu, çok daha kötü bir şeydir. Sanırım, adalet şimdi onların alehine işliyor.'
'Haklısın. Onlara şimdi sadece acıyorum.'

2 yıl geçmişti, Avi, suçsuzluğu her neyse, cezasını çekmişti.Bir akşam, ardında sadece küçük bir not bırakarak, gitmişti. Öbür sabah Karl uyandığında önündeki nota bakmıştı. Şöyle yazıyordu: ' Gidiyorum dostum. Çektiğim cezanın suçunu işlemeye gidiyorum, özgürlüğe gidiyorum; denizlere gidiyorum.Balıklarla yakamoz toplamaya gidiyorum dostum. Sevgili dostum.' ...
Karl'ın gözünden süzülen bir damla yaş, gülümsüyordu. Gerçek dostu, yoldaşı tamamen özgürdü artık. O da halinden yakınmıyordu. Avi, belki gitmiş olabilirdi fakat bıraktığı duygular ve fikirler Karl'ın içinde bir yerlerde, atlı karıncaya biniyordu.
Kader, gerçek dostları yeniden birleştirirdi.
Yeniden bir ışık demetinin gözüne çarptığı sabah, uyandığında gardiyanın sesi kulaklarına ilişmişti. 'Karl Wolfskin, gidebilirsiniz'
Bu cümle, kulaklarına derin çığlıklar halinde işledi. Hiç bir şey demedi. Eline alacağı yalnızca yazmakta olduğu kitabı vardı. Usulca, mutluluk getiren pencereye el salladı ve hücresine son kez baktı...
Dıları çıktığında, önünde ağaçlarla dolu bir sokak belirdi. Yürüdü yürüdü ve yürüdü... Hayatını, yazmakta olduğu kitabı için toparlamak istiyordu. Ancak yeni bir yerde, yeni insanlarla bunu yapmak istiyordu. Ağaçlarla dolu diğer sokaklarda yürürken, yıllardır istediği şeyi satın aldı. İstanbul'a bir uçak biletini.
Böylece, geçmişine rest çekti, tabii düşlerine ve fikirlerine değil...
Yeniden yıllar ve yıllar geçti. Denizin şehri İstanbul'da yaşayan Karl, hala kitabını yazmaktaydı. İçinden, son sayfalara yaklaştığını hissediyordu.Hayatını ve hapis günlerini anlatan, en çok da sevgili dostunu hatırlatan yazılarla dolu bir kitap olacaktı bu. Denizlerin, kağıdında yakamoz oluşturması için, denize karşı olan bir kıraathaneye gitti, sandalyesine oturdu. Bir fincan çay istedi. Tam satırına başlayacakken, gözüne bir yüz çarptı, tatlı bir tokat gibi. Aklının derinliklerinde kalmış bir yüz.Avi Joska'dan bir başkası değildi karşısındaki. Tükenmez kalemi elinden soğuk taşa düştü. Tekrar gülümseyen göz yaşları, yüzünü kavradı. Sevgili dostuna doğru koştu. Avi Joska. Bir hapishane arkadaşı. Avi, onu görünce, gözleri parladı. Ağlamaklı kahkalar patladı. o gün, 6 temmuz 1953...
'Kötü ve pis yolları güzellikle damıtan sevgili dostum.Hoş geldin'
'Karl, dostum seni çok özledim'...
O kıraathanede, bir çay daha istenmişti.Denize konan martıların yudumladığı çaylar, eski hatıraların sıcaklığındaydı...
Avi Joska bir gazeteci olarak hayatını sürdürüyordu. 'Sessiz Martı' lakabıyla her gün Saskom adlı bir gazeteye yazıyordu.
Aradan bir kaç gün geçti. Bir sabah, Karl yatağında gülümseyerek uyurken, gök gürültüleriyle uyandı. Karşısındaki kocaman bir kağıt ve iki satır cümle ile karşılaştı.
'' Gidiyorum dostum. Özgürlüğe gidiyorum; denizlere gidiyorum.Balıklarla yakamoz toplamaya gidiyorum dostum. Sevgili dostum. Biz, hayatımızda başkalarında çok daha fazla özgürlük yaşadık, çünkü birbirimizin dostluğunu, o gerçek haktan doğan bağı yakaladık. Bir gün, tekrar yüz yüze karşılaşmış olacağız, ama zaten ruhlarımızda her gün bulışacağız '' ...

Gözlerinden ağlayan göz yaşları akmıştı önündeki kağıt parçasına...
Ertesi gün, gazetelerde, 'Sessiz Martı'nın Ölümü' adlı ağıt yazılarını okudu. Sessiz Martı, feribotla karşı yakaya geçerken, denize atlayıp boğularak ölmüştu.
Karl bu haberi okuduktan sonra kitabını yazdığı deftere baktı. Son bir sayfası kalmıştı. Son satırlarını yazmaya başladı;

Hayatının yükünü taşımış; kendi yaşamının hamalı olmuş ve tanımadığı yaralar akmış yüzünden. Baktığı yeri biçimsiz ızdıraplar kaplıyor sanki; fark etmeden biriktirdiği yaşamının kuyusunda... O kuyudaki tükenmek üzere olan suyun gökyüzündeki ışığa kanat çırpmasını bekler bir halde duruyor.
Derin gözlerindeki okyanus, sakinliği temsil ediyor veya alışılmış acıların varlığını büyütüyor, farkettirmeden.

Sigarası olmuş yaşamının aynası; sigaradan çektiği son nefes, son nefesi olacak sanki. Zamanını yolunu yapmaya harcamış, şimdi de yolunu almış gidiyor uzaklara.
Her şeye rağmen gülümsemesi yok saymış hüznü ve kırışıkları çok saymış zamanı.
'İşte hayatım 'diyor, zaman sayıcılarını işaret ederek. 'Hayattan bana kalanlar'...
-Milli Piyango bileti aldım.
-Okadar umutlu olma.
-O kadar ümitsizim yani
-Evet :D

22 Aralık 2010 Çarşamba

Kim olduğumu bilmiyorum
ne yaptığımı bilmiyorum
kim olacağımı bilmiyorum
ne yapacağımı bilmiyorum.
Bir hiçlikten geliyor yaşamım sanki.
Çevremdeki soğuk yüzler, Beni görmeyen soğuk bakışlar
İçimi nasıl keskin bir buz gibi deliyor bilemezsin.
Sessizken, nasıl haykırıyorum, duyamazsın.
Gülüyorken, nasıl ağladığımı göremezsin.
Böyle olmayı kimse istemez,
ben de istemedim.
Öteki olmayı...
ama hayat bu, ne diyebilirsin...

21 Aralık 2010 Salı

Bir ilmekle doğduk, ilk sıramız bazen yamuk yumuktu. Ama daha öğreniyorduk. Sıraları birleştirdik. İlmek ilmek örüyorduk, kendimizi. Yaşamda araya bazen renkli yünleri karıştırdık bazen sökmek istedik ama yapamadık. İlmekler boy boy geçince, şekilleniyordu yaşamımız. Kimi zaman bir atkıya kimi zaman bir bereye benzetiyorduk ama sonunda neye benzeyeceğini biz de bilmiyorduk. Bunun için amaçlar ve hedefler koyduk kendimize, kimisi bir kazak kimisi bir atkı yolundaydı. Emekle işlenen bu yol bittiğinde ise, kiminin ah ne güzel örmüş diye bakacağı ve iç çekeceği, kiminin çok rüküş diye başından atacağı bir şeye benziyorduk. Tek bildiğimiz, onun bir miras olarak kaldığıydı. Kimisi kendine örnek alacak ve kendi atkısını işlerken boynuna sım sıkı dolayacak, kendini koruyacaktı, kimisi ise eskidiği için çöp kutusuna atacaktı…
Hayat yün topaklarından işlemeli bir atkıya dönüşür. Dikkat et yanlış örme, yoksa hayatın örtüşür.Aslında her ilmek ilmek örmek, ilmek ilmek öldüğün anlamına gelir :) Atkının da bir sonu var :)
Elimdeki göz yaşları kana döndü ve can verdim üzüntüye...kanımla .artık canlı canlı ölüyorum ..
Çok yetenekli olmayı beklemiyorduk sadece özel bir kılınışımız olsun.. bir hışımla gelip aceleyle gittiğimiz dünyada küçücükte olsun bir yerimiz olsun. ama elimizden aldılar ve gittiler kocaman hayaller … umut romanlarda hep gökyüzündedir bir ışık demeti halinde ama bizim bomboş satırlarımızdaydı.anlaşılmadığımızı ve anlatamadığımızı biliyorduk benliğimizi… ve kağıda dökülen her harf , her söz bizi yansıtıyordu bu kadar kalabalıktık yalnızlığın içinde bile… binlerce harfimiz her geçen gün şans diler bize, bir sonraki gün bir önceki gün gibi olmasın diye…

19 Aralık 2010 Pazar

Bir parkta oturuyordum. Kuğular, sessizce yüzüyorlardı.
Kuğu önündeki küçük kızın ekmeğine bakıyordu.Sonra, aniden baan dönmüştü, uzaklardan.Çok mu belli oluyordu, mutsuzluğum? Aslında ben avunuyordum. gözleri yanda olduğu için en yakınındaki kıza bakıyordu. Elinde ekmek parçası olan kıza. Kafası bana dönüktü. ama gözleri yandaydı.Kandırıldığımı hissettim. Etrafı, zarafetiyle büyüleyen ördekler sıra sra çevreledi.Su, dalgalandı. Son anda gözümün bulanıklığını farkettim. Onca şey, sadece önüme attığım ekmekleri yiyen güvercinlermiş.
İşte tam o an, 'dalga' geçtiğini anladım. Çünkü, sudaki 'dalga'lar bir şeyin hareketi demekti.Hareketsizliği savunan bir hareket, ancak 'dalga' geçebilirdi.

16 Aralık 2010 Perşembe

Son kez görüyorum seni. Bu, son kez bakışım konuşamayan gözlerine. Konuşma... Suskunluğun büyük bir haykırış. Biliyorum. Siyah gözbebeklerinin içindeki seni, biliyorum. Son kez görüyorum seni. Küçük yüreğine son kez dokunuyorum. Ayrılmak istemiyorum biliyorum. Ama artık çıkmalıyım bu odadan. Gitmeliyim. Hep yağmur yağan bir yere gitmeliyim. Senin yerini doldurmamalı. Çünkü yorgun olur ister istemez.Sana ulaşamaz hiç bir yer. Biliyorum. Bu seni son kez görüşüm. Bebeğim... Bir gün, olmasını umut ettiğim dünyada yeniden karşılaşacağız. Ve kopuşlar giremeyecek aramıza bu sefer. Biliyorum. Sen, sen olduğunun farkında değilken, ben ben olmamışken, ben seni sen beni seviyorduk birbirimizi. Bu seni son kez görüşüm. Bu odadan çıkıyorum. Biliyorumki... Yüzün ve sesin zorla silinecek benliğimden. Ama bende ki sevgin asla yok olmayacak ve seni hep iyi hatırlayacağım. Hoşçakal küçük yüreğim. Hoşçakal...

12 Aralık 2010 Pazar

Kar yağmadan nasıl bilebiliriz ki izlerimizi
bıraktıklarımızı
kar yine yağdığında temize çeker mi yolumuzu
Hatalarımızı silemez ki ama üzüntülerine kar yağdır..
Belki güneş çıktıktan sonra üzüntülerin yine ortaya çıkar..
ama o an güneş, soğuk üzüntülerini de ısıtacak :)
Altın bir kar tanesi olacağız.
Yok olmuş hayallerimiz için kar taneleri gelirler
yerini tamamlamak için
hayallerin,
sonra eriyip giderler
tamamlanmamış yeni hayaller....
Kar yağar.
sonra bir rüzgar savurur herşeyi.
Yine kar yağar.
bu kez güneş eritir hepsini.
'Birinciliği beyaza verdiler'...

6 Aralık 2010 Pazartesi

Mutluluk için yaşamak. Mutluluk için yaşlanmak her geçen gün. Yaşlandıkça mutsuzlaşmak.
Küçük, yeşil yaprakları ve kahverengi gövdesi olan bir çam ağacı çizmiştim daha küçükken. Yeni yıl yaklaşıyordu. Yalnız kalmasın istemiştim yaprakları. Bunun için küçük kırmızı toplar yerleştirmiştim her tarafına Kime sorarsam sorayım ağacın çam olduğunu bile anlamadılar. Bir elma ağacı sandılar. o yılbaşı süslerini elmaya benzetenler oldu. Kırmızılar domates de olabilirdi. Kocaman bembeyaz kağıdın ortasındaki küçük bir çam ağacını anlayan olmadı. Geri kalan beyazlığın kar olduğunu nasıl anlasınlar? kim bilir neye benzeteceklerdi yaprakları turuncu gövdesi sarı olsaydı... Yeni yıl yaklaşıyor. Her gün, sizin yeni yılınız olacak çünkü her gün 365 gün 6 saatin bittiği gündür. 4 temmuz bir sonraki 4 temmuzla başlayan zamandır. Her 10 aralık bir önceki 10 aralık'ın sonudur. Hep bir geçmişin bittiğini, geleceğin başladığını ve her başlangıçta geleceğin bitmişinin saklı olduğunu görürüm resimlerimde.
Şimdi sizin için bir dilek diliyorum. Çam ağacınız, hayat ağacınız olsun. Tek süsünüz, ne derlerse desinler onu kaybetmeme şartıyla, kocaman kalbiniz olsun.

İyi yıllar.

Yağmur Güvenç

Yalancı bir söz, yalancı cesaret demektir.

‘Dilimizin tam ucunda birikenler ve dudaklarımızın dışına çıkamayanlar… oradan doğduk. Aklımızdaki döngülerin esiriyiz.keşkelerin kurbanıyız …beynimizin içindeki anılarla döşeliyiz. ‘


Bay Kırmızı o gün kırmızı gömleğini giymişti. Karlı sokaklardan geçerken siniri nefreti yüzündendi ve nefreti de, hiçbir zaman olamayacağı yüzündendi.
Bay sarı, o gün kırmızı gömleğini giymişti.planlanmış gözden kaçışların sözünü tutacaktı. İyiliği kaybolacak mıydı? İyilik ne demekti? kasvetli ve hüzünlü bu dünyadaydı...iyilik,karanlık gölgeler üstünde gümüş pırıltısı beyazı kadar ferah bir şeydi.
Sonsuz evrenin sonluları arasında bir yudumluk bir zevkti belki de… İçildiğinde, özlemi kavuran ve geri dönüşü olmayan bir özgürlük çeşidiydi.

Yalancı bir söz, yalancı cesaret demektir.

İkna edilmiştik. Geceler, bir sonraki günü kolaylaştırmak için akıyordu. kesik kesik soluyan ruhlar, ortalığa saçılmış, Ruhlarda soluyan sigaralar, iklimi değiştirmişti.… Aldatılmanın verdiği his, sislerle karışmıştı.
Gözyaşı şeffaftı. Ruhun fotoğrafıydı. Sarı’nın yeşil gözlerinden dökülen yaşlar elinde tuttuğuna damladı.Gözler birbiri ardına yapılan senkronize olmuş hataların temsilcisiydi ve aralarında sürreal bir kovalamaca yaşıyorlardı.
‘buradan gitmelisin’ diye bir mırıldanma duyuldu.
Sokak, ruha sessiz geliyordu.Pencere vardı aralarında, avaz avaz bağıran bahar, çiçekleriyle doluşmuş dallarını pencereye tıklatıyordu. Sokağın sessizliği derin bir çığlıktı. Gerçek hayat aslında dışarıdaydı. Ayak seslerinde, garip müzikler eşliğinde. Fakat fırtınada esen rüzgarın içinde kurumuş yapraklar , hala israr ediyorlardı çaresizliklerine. Birden, o çığlıklar sustu. Sessizliğin çığlığı dindi. Çünkü tüm bunların arasını delice delen başka bir melodi fısıldadı kuşlara, yeşil gözler. Özgürlük, vicdanın parmaklıklarında hapsolacak kadar tehlikeli fakat insani olmayan duyguları insanlaştıracak kadar da rahatlatıcı bir intihardı aslında.
Bir silah sesi, umut şarkılarıyla geldi. Umut şarkıları güneşi sımsıkı tuttu, kapladı ve kuşlar kanatlarıyla bütünledi. O günden sonra bir daha güneşi gören olmadı. . .

Meşguliyetimiz, adaletimiz, umutlarımız, pişmanlıklarımız. Tüm bunlar, her gün yeni bir dilde doğar. Tüm bunlar, yeni bir alfabede hatırlatır kendilerini. Mecburiyetlerimiz bizi daha güzel yerlere götürecek sanki. Biz, tüm bunlarla uğraşırken ve mecburiyetlerimizi hatırlrken, hayatın tutsaklığına kendimizi o kadar bağlıyoruzki, Bir yol oluşturmak için, geleceğin kaygısında o kadar boğuluyoruz ki, zamanın son tik taklarında farkına varıyoruz gerçeği…Tüm bunlarla uğraşırken Aslında hiç yol almamışız.

4 Aralık 2010 Cumartesi

Bulutların üstünü merak edenler aslında birer yıldız olduklarının farkında değillerdi. Yıldızlarını bulmak için uğraşıyorlardı ama her seferinde topraktaki minarellerle oyun oynarken buluyorlardı kendilerini.

2 Aralık 2010 Perşembe

Bir yol olsaydı eğer,
inan o yoldan ilerlerdim.
Bak o kadar sevmişim ki seni,
o yol olmasa bile sana geliyorum.
Her şeye rağmen.
Pamuk Prenses elmasını yemiş.
Külkedisi cam ayakkabılarını bırakmış.
Rapunzel'in uzun saçları var arkasında.
Benim ise güzel acılarım var artık,
ama mutlu sona götürür mü bilemem.
Prens'e kavuşturur mu göremem.
Ben, vazgeçmedim.
Ben kaybettim.
Bir yol olsaydı eğer,
inan o yoldan ilerlerdim.
Bak o kadar kaybetmişim ki seni,
Tüm yollar seni düşününce kapalı.
Sana açılan yollar bile
yoklar.
Bak o kadar sevmişim ki seni
o yol olmasa bile sana geliyorum.
Her şeye rağmen.
Seni seviyorum.

1 Aralık 2010 Çarşamba

Her sey kendiligi gibi her sey sıkıci ve zor.sen disardasin ben icerde.ben goruyorum sen hissediyorsun.hava,kisiye ozel;soguk ve kasvetli.hayatlarimiz yagmur gibi.bazenn bulutlara saklanmis denizin gozz yaslari ,bazen topragin ruhlari.hepimiz baslayan ve biten satirlarin olusturdugu kurgudan ibaret degil miyiz?hayatimizi satirlarin anlattiklarinin basrolundeki kahramanlara ozenmekle geciririz.kimse bilmez mi ki hepimiz kendi hayat kitabimizin bas karakterleriyiz...anlamayarak bakan gozlerin, bilincsizce yazilan sozlerin haksizca olusturulan sezgilerin icindeki bizler.hepimiz yakinda son satira gelmeyecek miyiz? Silinen ama hissedilen duygularin cumlelerinde bitecek olan sizler.
gec demek icin biraz erken degil misiniz?

30 Kasım 2010 Salı

Dünyada değişiklik yapmakta başarı olanlar, değişikliğe kendilerinden başlayanlardır.

Moral sözleri... inanmaya ihtiyacın var fakat yapabileceğinin ötesindeki şeyler seni engelliyorsa, moral sözüne ihtiyacın varsa, durup düşün. Neler yaptın ve neler yapabilirsin ? şans belki 1 kere yüzüne gülebilir. İstediğin şeye kolay bir yoldan ulaşamazsın. İstediğin şey nedir? Hırsların ve kötü niyetini aklından at ve düşün. İstediğin şeyin sonuçları nelerdir? Başkalarını olumsuz yönde etkiliyorsa unut. Kendini hırpalayabildiğin büyüklükte bir istek, kendine yarar sağlamalı ilk önce. Şimdi, ne yaptın ? bunu düşün. Zor bir yol denedin mi? 'Hayır' diyebilecek kadar dürüst biri var mı ? Varsa çok daha kolay. 'evet, denedim' mi diyorsun. Unut. Yaşadığın en zor şey, henüz yaşamadığındır diye düşün. Ve bu konuda daha neler yapabileceğini kendine dürüstçe söyle. Unutma, kendinden bir şey saklayamazsın ! Sorunun çözülmesini istiyorsan, kaçarak sorunun daha büyük bir parçası olmak yerine, sorunun dibine giderek çözümün bir parçası olman lazım ! Sonra yapman gereken çok zor bir şey olsada, olmasa da, şunu aklına getir: Kısa vadede üzüntü ama uzun vadede mutluluk ! Başkaları bu zorluğu yenebilmiş mi? Tabii ki ! O zaman sen de yapabilirsin!
Önüne çıkan şeyleri engel değil , çözüm olarak düşünmekte şimdi sıra.
Engelleri kafandan sileceksin !
Mesela amerikada yaşamak istiyorsun ama ingilizcenin iyi olması gerekiyor.
' off ingilizcem çok kötü, orada yaşayamam ki öğrenmeden ' yerine
' ingilizcem çok iyi olacak böylece orda yaşayabileceğim! İngilizceyi çok iyi konuşursam orada yaşayabilecğim!' gibi düşünmelisin. İngilizce bir sorun değil, amerika da yaşamanın bir çözümü aslında !
Sende güç var !
Ertelemeden başla v ertelemeden devam et ! Aralarını uzatma.
Şimdi yapabilirsin !
En güzel moral sözü, deneyimlerinden elde etttiğin birikimlerindir. Şimdii asıl soru: ,
Birikmeye var mısın, yok musun?

28 Kasım 2010 Pazar

Mutluluk için yaşamak. Mutluluk için yaşlanmak her geçen gün. Yaşlandıkça mutsuzlaşmak...

Küçük, yeşil olan yaprakları ve gövdesi kahverengi bir çamağacı çizmiştim daha küçükken. Yeni yıl yaklaşıyordu. Yalnız kalmasın istemiştim yaprakları. Bunun için küçük kırmızı toplar yerleştirmiştim her tarafına Kime sorarsam sorayım ağacın çam olduğunu bile anlamadılar. Bir elma ağacı sandılar. Kocaman bembeyaz kağıdın ortasındaki küçük bir çam ağacını anlayan olmadı.Geri kalan beyazlığın kar olduğunu nasıl anlasınlar? kim bilir neye benzeteceklerdi yaprakları turuncu gövdesi sarı olsaydı...
Yeni yıl yaklaşıyor. Her gün, sizin yeni yılınız olacak çünkü her gün 365 gün6 satain bittiği gündür.6 temmuz bir önceki 6 temmuzun bittiği zamandır. Her 10 aralık bir sonraki tarihe yaklaşandır. Hep bir geçmişin bittiğini, geleceğin başladığını ve her başlangıçta geleceğin bitmişinin saklı olduğunu görürüm resimlerimde. o yılbaşı süslerini elmaya benzetenler oldu.
Hayallerimin dünyasında yaşamayı seçtim. Kırmızılar domateste olabilirdi.
Şimdi, kendime bir dilek diliyorum. Yapıştırma defterimdeki noel baba'lar gerçek olsunlar. Sizin için bir dilek diliyorum. Çam ağacınız, hayat ağacınız olsun.Tek süsünüz, ne derlerse desinler onu kaybetmeme şartıyla, kocaman kalbiniz olsun.

20 Kasım 2010 Cumartesi

başı her eğik olanı yalnız sanardım.belki öyleler. başlarını koyacak bir omuz bulamadıkları için kendi omuzlarına koyuyorlar saçlarını. onların dünyasını merak ederdim. yalnızlık nedir?
bir baktımki, bunları düşünürken, kendi omzum üstünde uyuyakalmışım...
doğdum. kendimi hissettim ve kendim olacağıma yemin ettim. zaman geçti. hayatıma giren her insan, çıkarken benden bir şey değiştirdi. kimisinde gözlerim eskisi gibi bakmaz oldu, kimisinde el yazım değişti.arkama bakmadan gidemedim hep. gözlerim geçmişte kaldı. şimdi yine arkama bakıyorum. ve görüyorum; ben, başka bir hayalim, başka düşüncelerim. en önemlisi, artık kendim değilim.

12 Kasım 2010 Cuma

Pencereden dışarı bak. dümdüz herşey. dünya bir düzlem sanki. ama gerçekte, kanıtlanmışlıkta yuvarlak bir şekilde. sen baktığını baktığın kadar algılarsın. görmeye başladığın an yuvarlak olduğunu anlarsın. Yoksa uzaydan bakmadan yuvarlak olduğunu göremezsin. Ama uzay boşluktadır , unutmamalısın. Pencereden baktığın gibidir, içinde olmakta; sadece tepeler çıkabilir karşına. ama yuvarlaksa, anlayamazsın. Çünkü dünya o kadar büyük ve sen o kadar küçüksün ki, sıradan baktığın şeyleri yine sıradan görürsün, anlayamazsın. Ne zaman anlarsın? Önyargılarından kurtulduğun zaman, işte o zaman anlarsın :) ama dünya geoit :)

7 Kasım 2010 Pazar

ZOrla inanmak zorundasın
Bu kez mutluluk için oynuyor yalanlar
Maskeler yolunu şaşırmış
Bir çığlık gibi
Hep düşlediklerin
Bu kez gerçek rolündeler.
Bu kez inanmak için bahanelerin var yalanlara
Bu kez mutluluk için oynuyor yalanlar
Maskeler yolunu şaşırmış
Bir çığlık gibi
Hep düşlediklerin
Bu kez gerçek rolündeler.

31 Ekim 2010 Pazar

toprağın kokusu güzeldir biliyorum. İnsan yok olanı sever dimi ? Toprak ölülerden oluşmuş bir karışım. Nasıl güzel kokuyor ki ?
Kitabıma başlarken...

Başlangıçlar hep zordur .Çok gösteriş yaparsan, güvenilmez olurlar. Sade bir dil ise, hemen vazgeçirebilir normalliğinden. Kalbinden, içinden geçenleri yazıyorsan eğer, anlamlı olmak zorunda değil cümleler.Çünkü içinde karışıktır bilmeden. Gereksizdir bazen. Onun için sadece yaz. Dünyada anlamsız zaten...

Önce babama , sonra anneme sonra gökyüzü ve denize.

30 Ekim 2010 Cumartesi

bir metnin devamı-

bulunduğum yere bakıyorum.arkamda kalmış olan bir kaç yürek sızısı ve bir kaç sayfa yazı duruyor.Perde açılıyor, önüme bir dolu senaryo çıkıyor. bu benim işim değil miydi diye düşünüyorum. yeni oyunlar başlıyor, bir gemi geliyor, zeytin kokusunu içine sinmiş. Sanki, tazeliğin verdiği his, sislerle karalanıyor.Bunu bir yerden hatırlıyorum sanırım.Karanlık düşlerimin esiri olduğum zamanlardan. Bir kç saniye öncesinden ve bir kaç kişinin evvelinden.Bu piyese tesadüfen gelidm, mecburen izliyorum.Kimileri çıkıp gidiyor birden.Ben her şeyin inadına oturduğum yerde, zincirlerle bağlıyım. Anahtarım önümdeki oyunda.Nasıl ulaşacağım bilmiyorum. Sadece mecburiyetin verdiği avuntuyla takip edeceğim diyorum kendi kendime. Takip edeceğim önümdeki ayak izlerini,. Onlar belki de geçmişten birer parçam. Belki de bir tuzak, tana için.

31 Temmuz 2010 Cumartesi

Yok öyle bir şey!

benim günahım kendime
yokluğum öbür dünyaya...

29 Temmuz 2010 Perşembe

ZİL

elinden geleni yaparsın
bazen duygularına yenilir mantığın, saçmalarsın
bazen mantığın saçmalıyıverir
susarsın.
saçma olduğunu düşündüğün her şey, ilerde senin kapını da çalınca
zilde bülbül ötmüyordur artık.
kargaların etekleri zil çalıyordur.
akbabalar üstünde şenlik yapıyorlardır
sen, kalbindeki düğümlenmenin boğazına geldiğini hissediyorsundur.
içinden bi yerlerden, gelen,
bir dolu deniz vardır, gözlerinden dökülen...
oturursun kimi zaman bir sandalyeye,
düşünürsün; şimdi ne olacak?
Kapıyı açacak mıyım,
yoksa arkama dönüp kaçacak mıyım?
Kaçmak acemilerin işidir filmlerden aldığımız.
biz o filmlere kulak veririz, kapıyı açarız
önümüze bir dolu seneryo çıkar.
daha biz örtmeden
kapıyı,
o çoktan çarpmıştır.
Sonsuza kadar kilitlemiştir.
Anahtarın kalbinde gizlidir
fakat için hiç olmadığı kadar karışıktır.
artık çaresizsindir.
gözünden dökülen deniz kim bilir seni bir gün başka yerlere sürükler
Bu dünya böyledir İnsanlar böyledir.
Şu an ,En iyi gelen şey,
Her şeyi olduğu gibi kabul etmektir...

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Bir tek paragraf, bu kadar iyi özetleyebilir mi?

*

Bir silgi gibi tükendim ben…

Başkalarının yaptıklarını silmeye çalıştım: mürekkeple yazmışlar oysa.

Ben, kurşunkalem silgisiydim..Azaldığımla kaldım...

alntı
'dünya güneşin etrafında dönüyor ben ise dünyanın içinde dönüyorum.dönerken gözümü kapıyorum ara sıra, nerede ışık varsa ona yöneliyorum. Film şeridi gibi geçiyor karanlıklar göz kapaklarımda, ışık aradan fırlıyor tabii...
Bekleyin diyor oradaki bir renk karmaşası. Zeytin kokulu mevsim, biraz limonatayla geliyormuş meğer. Karşılama merasimi uzun olmamalı ki, gözümü açtığımda benim dönmediğim dünyanın hala dönüyor olduğunu farkediyorum. Artık umursamıyorum sanırım...
Zeytin kokulu mevsim geliyor gerçekten, çünkü önümde zeytin ezmeli bir dilim ekmek yanında bergamot kokulu bir fincan çay görüyorum. Annem hazırlamış. Limonata daha sonra eşlik edecekmiş.
Sokakta yann tiersen çalıyorlar. La Dispute adlı şarkı olduğuna eminim.
En çok beğendim şarkılarından çünkü. Delicesine fındık ezmeli bir dilim ekmek yiyormuş gibi zeytin ezmeli bir dilim ekmeği karnıma indiriyorum, çayı da.
Bir gün, insanların binlerce aptalca davranışlarını bir yere not edecek olursam benim de sevmediğim yiyecekleri sevdiğim yiyeceklere dönüştürme oyununu ilk sıraya yazmam gerekir.
Kütüphaneyi karıştırırken Pariste Bir Sabah Kahvaltısı adlı kitap elime geçiyor. birisi çok ilginç yiyecek resimleri yapmış. minik renkli sandviçlerin içinde badem ezmesi var, bu tatlı sandviçleri bir yerden hatırlıyorum ama... yanında canlı beyaz bir gül, kristal bir bardağa özenle yerleştirilmiş. Capcanlı cizilmesine ramen altına bir sürü yaprağı dökülmüş. Neden olduğunu anlayamadım. Ama mutlaka 12. yaş günümde bu renkli sandviçlerden yiyeceğim.
Başka bir sayfayı açtığımda küçük bir dönme dolap maketi çizilmiş. Yanında , beyaz gül desenli bir fincan var. yanındaki tabakta ise karamelli kurabiyeler resmi süslüyor. Her şey öyle güzel çizilmiş ki...
İlerki sayfalara bakmadan önce karşıdaki sahile gitmeyi planlıyorum. Böylece uzaklara dalma adlı oyunumu oynayabileceğim.
Birkaç kalem bir defter ve kitabımı yanıma alıyorum.
Dünyada hiç kimsenin olmadığı bir yere gitmek ister misiniz? Kendinize ayıracak bol vaktiniz oluyor. Kendinizi bulabiliyorsunuz. Çok heyecanlı bir oyun.
Kimseciklerin olmadığı oraya vardığımda, çoktan hava kararmış, yıldızlar çıkmış. Kitabıma bakamayacağım . Yarın bakarım diyorum bende.
Denizle uyum sağlasın diye maviye boyanmış eski bir kaydırağın üzerinde yıldızları seğrederken buluyorum
kendimi. Küçük bir domuzcuk, bir ayıcık şekilleri gözümü kaplıyor. Ve başlamam mı yıldızların üstünde küçük bir hikaye yazmaya... o domuzcuk şekli birden kapı oluveriyor, aklımdaki bir yerlerde duran domuzcuğu o kapıdan geçiriyorum. Sözde değişik bir ülkeye adım atmış. ve daha neler oluyor neler.Üzgünümki, bu hikayeyi ne bir ses kaydına alabilirim, ne yazabilirim ne de çekebilirim. tüm şekiller birazdan değişecek çünkü ben de başka şeyler düşünmeye başladım. Küçük domuzcuk git gi de sönüyor. Doğa ana bana bir masal anlattı bugün. Bir yıldız masalı. Demek ki artık uyuma vaktim geliyor. Gözlerimi kapıyorum ve başka gözyüzlerinin olduğu başka masallarla buluşuyorum...Öbür gün annemin sesleriyle uyanıyorum. beni çok merak etmiş. Üzülme anneciğim, yanlız değildim ki...


Yagmur Hayal

'zeytin kokulu mevsim... '

13 Haziran 2010 Pazar


her zamanki gibi yoksun...
yoksun, anılarımın içinde.
eskimiş solmuş buruşmuş bir yaprağın gölgesinde
küçük bir haykırışsın sadece...
Neden diye sormuyorum artık,
nedenlerin beni uçuruma sürüklüyor.
sonsuzluğun sonundan düşmek vardır ya rima'dan bir güzellik...
işte o sonsuzluğun sonundan düşüyorum.
sonundan düşerken ne yapacağım bilmiyorum.
nereye götürecek kalbim,
nereye düşürecek kaderim..
kaderimi ben çizdim gördüm onları.
sonsuzluğun sonundan düşüyorum
yardım et diye seslendim.
duymadı...
yalnızlığım içimde demir parmaklıklarla hapis,
parmaklıklar kırıklığım,
gardiyan pişmanlığım.
keşkelerim kapanmış bir pencere...
intikamım ise intihar...
sonsuzluğun sonundan düşüyorum.
beni kurtarabilen kimse yok.
gözyaşlarımın izlerinde
herkes.
o izleri temizlemeye ise
yok bir gönüllü,
hadi şimdi açılış kurdelesini kendin kes....
Hoşgeldin ölüm.

11 Haziran 2010 Cuma

Sevgi mi?

Neden olduğunu bilmediğim bir yalnızlık var içimde.
bir yerlerde hep kurtarılmayı bekleyen minik haykırışlar.
dolunayın sorgulamasının hemen sonrasındaki yorgunluk hissi..
Beynimin içine giden sonsuzlukta gözlerimin boş boş bakması.ve arada kalmışlık.
.duyduğuma değilgördüğüme inanırım demişler,
Neden olduğunu bilmediğim bir yalnızlık var içimde
.gördüğümü sorgulayacak , bazen de duyduklarıma delicesine karşı çıkarak.
neden olduğunu bilmediğim bir yalnızlık var içimde.
...
.

Suyun cenazesi

Bulutların karalara bürünmesinin nedeni, yağmurun cenazesiydi . yağmur damla damla düşerken siyah betona, bulutlar azaldı sanki yalnızlığında. Hiç görmemişlerin hizasında, daha çoğunu istedi yeni dünyasında. Birleşikken yalnız olmayı seven ve damlalara bölünen su, gerçek bir trajedi üstüne intihar etti. Parçalarını oraya buraya döken isim, damla damla somuttu.Kendine acı çektirmeyi seviyordu belikli ... Bölünmeyi istiyordu, aradan şeffaf kanı fışkırsa bile…
Ve buharlaşıyordu göklere doğru. Buda onun beyaz ışıkları takip etmesiydi, meleklerin çağırdığı...
Yağmur tekrar intiharı ise, hayata yine su olarak geldiğindendi. Sudan başka hiç bir şey olamadığı için… Gerçek trajedi buydu. Safın içinde intihar sarraflığı… Ardından mayhoş bulutların umursamazlığı. Böyleydi işte utangaçlığın hizasındaki doğal güçler, böyleydi bir ‘su’yun intihar edişi…

Gülün Sesi

Güzel veya saçma kimin umrunda? yazı yazmak ferahlatıcı bir şey sonuçta (:

Gün gelir bir gül yaprağını saklarsın,
Bir kitabın arasına koyarsın.
Yazıların içinde sır gibi saklarsın yaprağını,
Hep hatırlarsın rengini damarlarını ve zarafeti
Ama nasılsa aklından çıkıverir
Kitabı okur sıkılan yaprak, bitirir
Ve bir gün, eskilerden bir demet ışık istersin,
Keşkelerinin olmadığı zamana geri dönmek istersin,
Kitabın kapağını açarsın ve yaprak ölmüştür artık,
Kurumuş, kırılmış,solmuştu
Bir bakarsın revolverine, tiktakların az kalmıştır.
Ve anlarsın ki kalbini de çürütmüştür zaman
Yaprağında ölmüştür, sen de
Anlarsın keşkelerin anlamsız olduğunu.
Asıl pişmanlığının burada kaldığını.
Kalbinin içinden, derinlerden,
Bir veda mektubudur aslında kitabın sayfaları,
Senin anıların muzip bir gülüştür
Ve Pişmanlığın sınavından aldığın nottur.
Gül ise, senin yaşamın..

5 Nisan 2010 Pazartesi

Yanılma ve Yanılsama

Neden masal, çizgi film veya dizilerde çocuklara hep büyülerden, büyücülerden veya gerçekte var olmayan yaratıklardan söz edilir ki? İyiliği de kötülüğü de insanların değil de birtakım başka varlıkların yaptığını sansınlar; bir sorunları çözülmediğinde, kendilerine yardım edilmeyişine üzülmesinler, kızmasınlar, çevresindekilerin "insan" oldukları için ellerinden bir şey gelmediğine inansınlar diye mi? Ya da çok çaresiz kaldıklarında, kendilerini pek yalnız hissettiklerinde ümitsizliğe kapılmasınlar da onları kurtaracak bir sihirin hayaliyle avunsunlar düşüncesiyle mi?


21 Mart 2010 Pazar

Derin,Çakıl ve Hayal


Derin Düşünceler ve felsefi saçmalamalar

1

Hayal: Dilimizin tam ucunda birikenler ve dudaklarımızın dışına çıkamayanlar… oradan doğduk. Aklımızdaki döngülerin esiriyiz.keşkelerin kurbanıyız …beynimizin içindeki anılarla döşeliyiz. Bundandır belki vahşiliğimiz..Sorumlulukların bahaneleri geçmişse, hiç yaşamayalım daha iyi..böylece daha yaşanmamış geleceğimizin bahanesi geçmiş olmaz…şu an ölürsem geleceğimin geçmişi hep temiz kalır . ve ben de rahatlarım…keşkelere yer olmaz … ölüyorum son nefesimi toza bulanmış havada veriyorum…hoşça kal geçmişim ve şimdim…kendine iyi bak güzel tertemiz ve keşkesiz geleceğim… hiç olmamış ve olmayacak geleceğim…hoşça kal ve olmayan geçmişinde sana iyi yalnızlıklar dilerim…
Çakıl: Büyük büyük hayaller…
Bize kızdılar..
Büyüttüler içimizdeki ateşi..
Körükle gittiler yalnızlığımıza.
Bahaneler buldular yaratıcılığımıza..
Aşağıya indirdiler bizi.
Ayaklarıyla ezdiler..
Hepsini görüyorduk küçük gözlerimizle izliyorduk aşağıdan…
Yukarı baktığımızda ise göremediğimiz tek şey, inancımızın yardımsever gücüydü..
Merdivenlerden çıkmaya çalıştık..
Yapamadık..
Tırmandık tekrar buz gibi yere çöktük.
Ne istiyorlardı bizden?
Küçücük masum patilerimizden?
Aşağımıza baktık.en aşağıyla durduğumuz yerde bikaç santimetre vardı..
.bizmi aşağı indik yoksa durduğumuz yer dışındaki topraklarmı yükseldi?
Aslında biz mi kendimizi küçümsedik?
İnsanlar bizi satır aralarındaki boşluklara sığdırmaya çalışırken..
Biz mi devrik cümlelerine ağlıyorduk?
Yoksa şimdi delirmeye mi başlıyoruz?
Kim bilir..
biz artık yalnızız.
Biz artık biz değiliz.
Her şeyi görebiliyorum bir çift gözle..
Hani her şey tekti, yalnızdı..?
Bu gözler bir çift ama gördükleri eksik..
Yukarıya baktığımda ise göremediğim tek şey , tanrıydı…
Bir daha baktım.
Aslında ben kendi kendimle can çekişiyordum.
Doğduğumdan beri.
Hep bunlarla uğraşıyordum.
Şimdi ölüyorum.
Ve geçmişe baktığımda bir tek; yalnızlık görüyorum..
Hayal:olmayacak şeyler değildi düşlediğimiz.
hayat, bir takım mecburiyetleri üzerimizde bir leke gibi bırakıp kaçıyor
ve biz parmaklarımız parçalanırcasına çitileyerek çıkartmaya çabalıyoruz..
bu meşguliyet içinde gömülmüş giderken zamanın son tik taklarıyla irkilerek farkına varıyoruz ki
hiç yol almamışız..

Derin:Aslında yol almışsındır, fakat bunu göremiyorsun.Göremediğiiin içinden çıkmak yerine saçmalıyoruz.Üzülme. Demişlerki, senin bir gülüşün için yaşayan birileri mutlaka vardır.

Çakıl: okadar büyükki manevi olanaklarımız.yüzbinlerce çizgi arasından birine sıkışıyoruz.ve o bizim davranışımız oluyor.Yaşamda izleyeceğimiz psikoloji.Aslında öbür çizgileride seçebilirdik değil mi?

Hayal:benim çizgim çok uzaklarda. En kuytularda. Söylediklerimden de anlaşılıyorsa, ben çok uzaklardayım…

2

Hayal:Ben ne olacağım?Görülmüş ‘şey’lerin pişmanlığından doğan sinirin törpüleyişi hayatı, yazık denilecek şekilde ilerliyor gözler önünde. Evren her bir düşünceyi temsil ediyor, işte bu kadar sonsuz işte bu kadar doyumsuz.yetenek mi isterdik , bu koca boşluğu doldurmaya… doldurdukça doldur ve kafan patlasın. Etrafa kan yerine düşünceler fışkırsın.ve kafan patladığın için değilde düşüncelerini kaybettiğin için görülmüş şeylerin pişmanlığından doğan sinirin törpüsü seni öldürsün. Perikmaz adlı biri zamanı gösteren sayılarla sınırlıyız kelimelerle değil demiş. Ama hepimizin evreninde kelimelerden insanlar ölür işte böyle.

Derin:Ben istersem, olur ama ben istemezsem olmaz.ben istersem bir tüy yumağını bir köpek şekline getirebilirim.Öyle yapıyorum,yapıyoruz zaten. Beynimiz,dilimiz, kulağımızın sistemiyle bir köpek görüyoruz. Ben nasıl yarı yalan olan, anlamsız ve bilindik törpülerimizin içine giren ‘şey’i sevgi olarak görebiliyorsam, kafamın patlayıp patlamayacağını da uydurabilirim.

Hayal:Nasıl da uyumsuzca geçti zaman, nasılda pembe gözlükler gözü boyamışçasına maskeler giydirmişçesine dünyamıza, öyle güzeldi ki bulutların ışığı yani umudu.. ama diğer her şey gibi ışıkların umudu da güneşten çalınmıştı.Ve güneşe yaklaşan fırınlanıp ölürdü.Umutlar hep uzak mı, yaklaşınca ölüyor muyuz ?

Derin:Şeyleri uydurmak için umudu kullanıyoruz. Umut bizi yaşatan şey ( güneş gibi) .. umuda yaklaşınca ölmezsin güneşe yaklaştığındaki gibi. Çünkü zaten umut senin çok yakınlarında, yani içindedir.

Hayal:İşte bu yüzden ölüyorum her geçen gün, bu yüzden artık törpüleri biraz fazla kaçırıyorum.içim yanıyor ve cevabını buldum, senin sayende.

Derin:Cevaplarını hep kasvetli yapmak zorunda olanlar, umutsuz vakadırlar. Umutsuz vakalar can acıtmazlar.çünkü onlar, kimsenin umurunda değildirki…Umutsuz vakadırlar.

Çakıl:…

Derin:Ama umutsuz vaka olmayanlar azıcık bile umut sezintisi durumundakiler acıtır canı. Dimdik bir çizgiyle ve basınçla kalbin belli bir bölgesini yakarlar.ve bu yüzden onlar zararlı birer böcek gibiler.

Hayal:Sarı ışıklar gibi..sarı hem hastalık hem umut rengidir. Ne kadar çelişkili. Ben kararımı verdim. Ben, hiçbir şey olacağım…

3

Hayal: duygularımı nereden görebilirim? Akciğerimin içine dolan havayı hissediyorum. Bir ses geliyor. Ve düşüncelere dalıyorum.. uyandığımda bir ayna çıkıyor karşıma. Çeşitli renkler görüyorum. Ve akciğerlerime baktığımda onların yansımasını hissediyorum.

Derin: Saydamlığın gizeminde, arada kalmışlığın küçük parçaları...Belki de bir renk ifadesinin en duygusal şeklini bir duygu karmaşası olan temel maddeyle birleştirince bu açıklanamaz oluşumun temel yapı taşının adına yağmurun bukalemun etkisi diyoruz.buzlu aynanın bulanıklığında eriyip gidenler yanlarındakilere dikkat etsinler. Saydamlığın gizeminde olup bitenler orada yansır. Yağmurun etkisi, en iyi bukalemunda görülür. Çünkü yağmur bir renktir. Bukalemunda renklerin şifresini çözen ve maske takmayı bilen en iyi canlı örneğidir.

4
Hayal :Elimdeki göz yaşları kana döndü ve can verdim üzüntüye...kanımla .artık canlı canlı ölüyorum ..

Derin: umut hayallerde hep gökyüzündedir bir ışık demeti halinde ama bizim bomboş satırlarımızdaydı.anlaşılmadığımızı ve anlatamadığımızı biliyorduk benliğimizi… ve kağıda dökülen her harf , her söz bizi yansıtıyordu bu kadar kalabalıktık yalnızlığın içinde bile… binlerce harfimiz her geçen gün şans diler bize, bir sonraki gün bir önceki gün gibi olmasın diye…

Çakıl: Ağzıma gelen sözler bile yalandı.çünkü artık, doğruyu ellerim konuşuyordu. Bilinmezliklerde bilmediklerim, düşüncelerimin konuşması, ellerimden akan enerjiler topluluğu. Evet, yazı yazarken düşüncelerim konuşur, ağzım konuşursa kalıplar kullanılır.
Nokta kullanılacak her bir dilimde virgül konur. Cümleler birleştirilir ve sonsuz akımlar başlatılır.dil, bilincimin olguya dönüşmesi süreci. Dilim kağıtlara sayfalara, düzlemime dökülür. Bilincin kaybolanlarının kuyruğunu çekeriz. Gün doğar ölürüz, gün batar doğarız.saatlere karşıyızdırbelki de çoğu zaman… günlere meydan okuruz.pazartesimi Salı mı bilmeyiz.. düşüncelerin derinlerinde bunlar yoktur çünkü.sadece yazarız ve sadece okuruz. Bizim beynimiz değil, fikirlerimizin beyni çalışır sürekli. sayfalara tekrar tekrar dökülür harfler.ve yenileri birikinceye kadar bekler yapayalnız hayaller…
Her şeyim biter yazım bana kalır. Geriye baktığımda sadece kitaplar kalır güzellikle damıttığım..

Hayal: Kitap kitap ciltlenmiş hayallerimiz hep yer yüzünde kalır, biz toprakta çürüsekte…ruhumuz okunur…ve hiçbir zaman ölmeyiz yazının verdiği bu büyük zarafet ile…
Gün gelir başkasın da okur bu düşünceleri ve o da son cümlelerde harcanıp, düşüncelerde kaybolur…

5

Hayal: dünya istediğimiz gibi olabilseydi. Keşkelere umut vermemek için.

Derin: Ben zaten böyle bir dünyada yaşıyorum.
Deniz, sinirin bir yerde toplanıp ortalığa yayılmasına benzeyen dalgalarını sahile döküyordu..
Balıkların saçları pullarla özene bezene döşenmişti.
Her kum tanesi ayrı bir dağın yamacından seçilerek gelmişti.
Güneş yabani ördeklerin üzerinden seçe seçe aldığı her bir tüyü üzerine yerleştirerek ,Her gün daha canlı parıldıyordu akan ırmağa..
Uçsuz bucaksız çimlerin arasında farklılık oluşturuyorduAğaçlar tüm dünyayı kaplamak ister gibi,
Dalları ve yaprakları gövdesinden metrelerce uzağa saçılıyordu..

Çakıl: Harikalar içinde harikalar
Bize mi öyle geliyor yoksa güneşin yakınlığı.
Arasındaki mesafeyi bilmediğimizden mi güneş bu kadar yakın?
Niye bu kadar yakın görünüyor?
Biz mi öyle istiyoruz…
İstediğimizin bilincine varamadığımız için mi bu kadar kendimizi kandırıyoruz.
Dümdüz 200 metre yürü güneşe varırsın.
O ışıklar bir yakın olsa.
Gerçekten her şey göründüğü gibi olsa.
Yoksa tat denen şeyde birazcık acı da var mı şekerin yanında?
Acıyı sevenlerle şekeri sevenler mi oluşturuyor bu dünyayı…
Güneş belki yakında değil, ama ölüm yakındır bize.
Yıldızların peşinden koşanlar, kavanozdaki kırmızı balık oldular.
Bir yudumda bitenler her zaman tatlı ve öz olmalı derler ya,
Benim hayatımda öyle olacak yakında..
Yarın mutlu olmaya başlayacağım..
Ve bunları söyledikten sonra dedilerki bana:
Yarına bıraktıklarına bugünden başlasana?
Rüyalarını gerçekleştirmek için uyansana…
Sustum.ve hayatın son tiktaklarıyla irkilerek uyandım ki, hiç yol almamışım..
Son yudum içilmemiş..
Ve artık ben de düşüncelerde kaybolmuşum…



6

Hayal: her şey hazır…

Derin: Havanın vazgeçilmez arzusu, güneşin içlerini ısıtması ve ortaya saçılan her bir molekülün örgüler haline gelerek kimyasal olaylara karşı çıktığını gören kırmızı dolunayın yıkıcı görüntüsünün altındaki sakinliği her deniz dalgası özlemekteydi, en çok da yakamozun özlemi kavuruyordu içleri…
Çakıl: özlem…Masumluk derecesinde.

Hayal. O da nedir ki?

Derin: Yanımda hayalet gibi dolaşan çizgiler, bulutlar eşliğinde karanlık gökyüzünde uçuşuyordu.
Çizgiler, ruhları şekillendiriyordu…
Kar yağıyordu tane tane, yerde düzlem yapıyor ve simler gibi parıldıyordu.

Hayal: Karlar bile sip siyahtı…kasvetli ve hüzünlü bu dünyadaydı, masumluk…
Masumluk, karanlık gölgeler üstünde gümüş pırıltısı beyazı kadar ferah bir kıpırdanıştı.
Değerli kavramını hatırlatan bir karşılıksızlıktı..
Sonsuz evrenin sonluları arasında bir yudumluk bir zevkti belki de…böylece kayboldu.
Dünya’n o kadar beyazdı ki,üstünü karla örttüler, ve sen de diğer her öngörü ve çaresizlik gibi siyah gördüğümüz karda kamufle edildin…

Üşüyorsun biliyorum karların altında, ama çıkaramam ki seni ,artık görünmezsin bu kıskanç dünyada…

Elif Şafak*





*

Içimin tünellerine girer girmez bir fener aliyorum elime.
Buralar çok karisik.Kaç defa geldim. Gene de hep kayboluyorum ..

Siyah Süt

*

15 Mart 2010 Pazartesi

Borges’ten 3 Not…

Aynaların içinden…
Çok eski zaman önce değişik yaratıklar krallığa saldırdı…bir büyücü bunun üstüne onları saydam ve garip yüzeyli bir düzlemin içine sıkıştırdı.onları, her şeyi taklit ve tekrarlama işinde görev kıldı. Gün gelecek, dışarı çıkacaklar ve dünyayı işgal edecekler…Bu olaydan önce aynaların içinden silah sesleri duyulacak sonra ince çizgiler ve ışık doğrularından oluşan güzeller güzeli bir balık süzülecek, ardından beyaz kaplanlar takip edecek ve dünyanın sonu gelecek.

Bahamut…
Yer yüzü yaratılırken tanrı ilk önce bir melek kondu, ama meleğin temeli yoktu, meleğin ayakları altına bir yakut koydu,yakutun üstüne dört bin gözü, kulağı, burnu, ağzı dili ve ayağı olan bir boğa koydu, boğanın temeli yoktu boğanın altına bahamut denen bir balık koydu, balığın altına su, suyun altına karanlık koydu ve bunun ötesine insan aklı ermedi…
Suyun üstünde balık, balığın üstüne boğa boğanın üstüne yakut yakutun üstüne melek meleğin üstüne altı cehennem cehennemin üstüne yeryüzü koydular…
Bahamut öyle kocaman öyle göz kamaştırıcıdırki, ona bakmak insan gözünün harcı değildir.dünyanın bütün deniz ve okyanusları balığın burun deliklerinden birine akıtılsa, çöle atılmış bir hardal tohumu kadar kalır.isa bunu görmüş ve 3 gün 3 gece bayık kalmış.
Bir masala göre en alttaki suyun altında bir hava boşluğu, havanın altında ateş , ateşin altında Falak adında ağzının içinde 6 cehennem bulunan bir yılan vardır.
Bu döngü, Tanrının varlığının kozmolojik kanıtını gösteren bir tablodur.bu düşünceye göre, her neden, bir ön nedeni gerektirir, bu yüzden boşluğa düşmemek için bir ilk neden olması zorunludur.

Falak yılanının 3. cehennem odasındaki bitki ve hayvan birleşimi yaratık: Barometz
Kırık ağaç dallarından hem kan hem söz dökülen intiharcılar ormanı , dallarında yuva kuran kuşları yiyen ve bahar geldiğinde yaprak yerine tüy açan Şu ağacını akla getiren barometz, dört beş sap kök üzerinde durur .

Mai ve Siyah

Güneş görünmüyordu, yalnız o tutuşan , yarık, etrafında bulutlar, bir kar tufanına boyanmış duruyor, biraz yüksekte siyah bir küme o yangının üzerinde gittikçe koyulaşan esmer bir kubbe kuruyor, kenarlarından pembe, kırmızı, sarı püsküller sarkıyor; bir tarafında erimiş bir yakut deresi ince kıvrıntılı bir hat ile yol açarak akıyordu. Birden manzara değişti bu yangın sönerek ortasında kırmızı bir tabak açıldı, etrafında sağına soluna altına üstünedeste deste sarı nurdan oluşan oklar fışkırdı.bir saniye sonra yine değişti, bulutlar bu yakut kümeleriyle dolu tabak üzerine parça parça dökülmeye başladı, nihayet büsbütün örttü, artık hiçbirşey görünmüyordu.orada siyah bulutlardan bir dağ yükseldi.bir aralık güneşin son ziya hamlesinin feveran ettiği görüldü, ta o dağın ötesinde tutuşmuş bir orman gibi parladı.şimdi Ahmet Cemil’in gözleri bulanıordu. Bütün denizi , semayı bu bulantıiçinde karıştırdı, artık görmeyerek bakıyordu. Biraz sonra ayaklarının altında gizli bir hışırtı ile gecelerin sırlarını taşımaya hazırlanan suların üzerine geniş, uzun bir gölge düştü.

Halid Ziya Uşaklıgil

13 Mart 2010 Cumartesi

Pisicikler..


Birgün Kar Yağacak Ve alacak Herşey Kendi Rengini..

8 Mart 2010 Pazartesi

Çay





Çayın rengi ne kadar güzel,

Sabah sabah,

Açık havada!

Hava ne kadar güzel!

Oğlan çocuk ne kadar güzel!

Çay ne kadar güzel!



Orhan VELİ

7 Mart 2010 Pazar

"Yaşamın bir bisküvi kutusuna benzediğini düşün, yeter... Bir bisküvi kutusunun içinde, her tür bisküvi vardır, sevdiklerin de, pek sevmediklerin de, öyle değil mi? Ve insan sevdiğini önce yerse geriye pek sevmedikleri kalır sadece. Ben kötü günler geçirdiğimde hep böyle düşünürüm işte. Şimdi bunu yaparsam, sonrası daha kolay olur, derim kendi kendime. İnan bana, yaşam bir bisküvi kutusu gibidir."

Hava Nasıl?

YAĞIŞLI BİR HAVA
*
“Hava nasıl bugün?”
Diyor birisi..
Yağmur yağıyorum
Yağmur yağıyorsun
Yağmur yağıyor
Yağmur yağıyoruz

Yağmur yağıyorlar
Uğur Güleç

Benjamin Button


Zamanın sondan başlamasıdır belki bu kitabın akışı... Olayların başının, sondan sonra oluşmasıdır... Ve yaratılışın, sonu olması… Kim sondan başlamak ister ki? Veya baştan ölmek... Ama gençleşerek zamana meydan okumak çekicidir. Hiç yaşlanmamak. Zaten, en sondan doğmak…
Gerçek yaşla fiziksel yaşın orantısının bulunmadığı karmakarışık bir düzen...
Yazar, tersten akan bir yaşamı yazıp, doğum hayat ölüm gibi kavramların üstüne farklı bir bakış açısı kazanmamızı sağlamıştır.

•Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi
Scott F. Fitzgerald
Profil Yayıncılık
4.90 Ytl

Cheshire Kedisi*


''Cheshire Kedi'si gibi sırıtmak' deyimini herkez bilir, pis pis sırıtmak anlamına gelir.Kökenine dair bir sürü yorum yapıldı.Bunlardan birisine göre, Cheshire'da peynirler sırıtan kedi yüzü şeklinde yapılırmış.Bir başka açıklamada da Cheshire'ın bir palatin yani kontluk bölgesi olduğu ve bu soyluluk nişanesinin Cheshire'da yaşayan kedilerin neşesini sürdürdüğü şeklindedir.Yine bir başkasına göre, 3.Richard zamanında , Caterling adında bir avlak bekçisi varmış ve bu adam ne zaman yasak avlananlara tartışsa birden pis pis sırıtmaya başlarmış.


1865'de yayınlanan Alice Harikalar Diyarın'da Lewis Carroll, Cheshire Kedisine yanlızca sırıtışı

-dişsiz ve ağızsız- kalıncaya kadar yavaş yavaş yok olma yeteneğini bağışladı.''


Düşsel Varlıklar Kitabı , sayfa 56, Cheshire Kedileri



Cheshire Kedisi ile Alice arasında geçen her konuşma rahatlıkla alınıp çerçevelenip duvarlara asılacak cinstendir. Bir keresinde Alice ile Cheshire Kedisi arasında şöyle bir konuşma geçer :
Alice : Deli insanların arasına gitmek istemiyorum.
Cheshire Kedisi : Bunun sana pek bir yararı yok. Hepimiz burada deliyiz. Ben deliyim. Sen delisin.
Alice : Benim deli olduğumu nereden biliyorsun?
Cheshire Kedisi : Öyle olmalısın. Öyle olmasaydın buraya gelmezdin.
...
Alice : Buradan gitmek için bana hangi yolu izlemem gerektiğini söyler misin?
Cheshire Kedisi : Nereye gitmen konusunda iyi bir anlaşamaya bağlı bu.
Alice : Neresi olduğunun önemi yok!
Cheshire Kedisi : O zaman hangi yol olduğunun da bir önemi yok.
Alice : Sonunda herhangi bir yere varsın da.
Cheshire Kedisi : Elbette varacaksın. Eğer yeterince uzun yürürsen.

*Parçalar


"Dünyanın ruhu insanların mutluluğu ile beslenir.

Ya da mutsuzluklarıyla..

Arzuyla, kıskançlıkla..

Her şey bir ve tek şeydir.

Ve bir şey istediğin zaman,

bütün evren arzunun gerçekleşmesi için işbirliği yapar."
simyacı
''Gündoğumuyla birlikte Martı Jonathan, çalışmalarına yeniden başladı.Beş yüz fit yükseklikte, balıkçı tekneleri durgun mavi deniz üstünde ufacık bir nokta, yiyecek bulabilmek için dönüp dolaşan martı sürüsü ise belli belirsiz bir toz bulutu gibi görünüyordu.O, korkuyu yenmenin gururuyla, haz alarak yaşıyordu.Tüm bunları düşünürken kanatlarını sımsıkı gövdesine yapıştırdı, kanat uçlarının açılarını azıcık genişletti ve dimdik suya daldı.Dör yüz fite indiinde son hızına ulaşmıştı.Artık bu yükseklikte bir ses duvarı haline gelen rüzgar ona sürekli çarparak daha fazla hızlanmasını engelliyordu.Dimdik aşağı doğru, saatte ikiyüz kırk mil hızla uçuyordu. Bu hızda eğer kanatları açılırsa milyonlarca minik martı parçacığına dönüşeceini biliyor ve bunu göz ardı ediyordu. Çünkü ilk kez hız güç demekti, büyük bir zevkti ve kusursuz bir güzellikti..''
Martı Jonathan sy 23Richard Bach

Karanfillerin Doğuşu ve Çöküşü


Dolunayın , göğe liderlik tasladığı bir gecede hafif yağmur ve loş ışık bomboş sokakları azda olsa canlandırıyordu.. kırık lambalar kasabayı küçümsetir gibiydi..tuğladan evlerin kabarmış boyası ortaya tiz ve hafif bir alçı kokusu yayıyordu..Her bir yağmur damlacığı diğer her şey gibi yapayalnız süzülüyordu göklerde.. son olarak pıt tık kut şıt çıt kıt kot şot ritmiyle yere çarpıyordu..bu aciz sıkıcı sokağın ortasından geçen nemli köpekler eciş bücüş sokak taşlarının boşluklarına dolan yağmur suyunu içiyorlardı.şlap şlap şlap sesleriyle...pıt tık kut şıt çıt kıt kot şot şlapşlapşlap pıt tık kut şıt çıt kıt kot şot şlapşlapşlap…bu akşam müziği kırık pencereli terkedilmiş gecekonduların içindeki malsız otçuları biraz olsun sakinleştirmeye çalışıyordu.birbiriyle bütünleşen bu kasabanın ağaçları her zamanki gibi esen rüzgara eşlik ediyor , çocuğuna susmasını söyleyen bir anne gibi şşşşşşhh sesleri çıkarıyordu..notalarına bir yenisi daha eklenmişti müziğimizin… pıt tık kut şıt çıt kıt kot şot şlapşlapşlap şşşhhh şlapşlap şşşhhh…Bir albüm yapmaya karar versek kim alacaktı gerçek müziği.. kim anlayacak doğanın ne dediğini?Sisli bulut parçalarının arasında az da olsa ortaya bir hırsız gibi sızan yıldızlar yolsuzlara pusula görevi görüyordu…Pusulayı takip eden kediler ayaklarının altındakileri görmediği için her seferinde bir salyangozu çiğniyorlardı.her salyangozun kabuğunun sağlamlığına göre farklı notalar çalışınıyordu…kırıkçırıkkuturtpıtırt..işte böyle doğardı her gün güneş..her gün bir müzikle ışığını saçardı..her zaman bir köpek ölürdü…her zaman bir kedi yeniden doğardı.. tık kut şıt çıt kıt kot şot şlapşlapşlap şşşhhh şlapşlap şşşhhh kırıkçırıkkuturtpıtırt şlapşlapşlap…